Kuşlar, kanatlar, renkler, kare kalem, yönler, gezegenler, pusula, yıldızlar ve bir kadın silueti kadar narin çizgiler tarih boyunca mucizeleri ve mucitlerini yarattı. İnsanların bir dönem aptalca ya da şaşkınlıkla karşıladıkları mucitlerin hikayelerini ve yarattıkları gündemleri bilmeyenimiz yoktur. Artık hepsi günümüzde birer kahraman. Da Vinci’nin mühendisliği (15 Nisan 1452). Hezarfen Ahmet Çelebi’nin uçma merakı ve üstat oluşu (1609, İstanbul). M.Ö. 1003-1010 yılları arasında yaşayan Osmanlı bilgini İsmail Cevheri’nin ilk uçan kanatları icat ettiğini ve deneme yaptığını da hepsinden önce eklemek gerekir. Hayallerinin peşinden koşarken anlamda bir bütünlük oluşturarak bilimsel bir gerçeği kayıt altına almaya çalıştılar. En büyük amaçları hizmet etmekti.
İmkansızmış gibi görünen her hayalin ardında bir dönemin gerçeği yatar. İnsanoğlunun arayışını, değişimini, yıkımını ve ardından yeni bir oluşumunu temsil ettiğini de bu vesile ile görebiliriz. Tüm bu isimler ve yaşadıkları dönemleri dikkate alırsak ilklere imza atmaya değer bir tarihi süreçte olduklarını da fark edebiliriz. Devrimler aslında insanlığın en çıkmazda olduğu zamanlarda düzeni revize etmek için ortaya çıkmaz mı?
Aydınlanma dönemlerinde öne çıkan olgu; sanatçının, zanaatçının, artistlerin, mucitlerin toplum ile kurdukları iletişimin gücün ve gerçeklerin insanlara yansımasıydı. Bu vesile ile sıradan insanların da toplum önünde asiller kadar hürmet görmesine neden olan etkiler bıraktığını görüyoruz. Onların hangi sülaleye ya da hangi hanedanlığa mensup olduğunun bu açıdan bir önemi yok. Önemli olan tüm insanlık için neler yapmak istedikleridir. Üstelik işin ucunda tarih boyunca adından bahsedilince “o bir deli idi” deme olasılığına rağmen… Yani her şeye rağmen ya deha ya deli olarak tarihe yazılmayı göze almışlardı. Peki ya ego? Bence henüz ortaya çıkmamıştı, ta ki 21. yüzyılın başına kadar…
Gökkuşağından Seyr-i Aleme
Düşünün birkaç yüzyıl önce dağların üzerinden geçmek hayaldi ve bir o kadar da imkânsız gibi algılandı. Kendilerini ispat etmek uğruna, canları pahasına bulundukları kültürlerin payitahtlarına bile kafa tutabildiler. Kaderleri ellerinden alındı. Buna rağmen şimdi gökyüzünde yolculuk yaparken gölge gibi kanadın üzerine düşen hareketini küçük bir pencereden onlar sayesinde seyredebiliyoruz.
Montgolfier kardeşler; 19 Eylül 1783 yılında, Fransa’da 14. Louis önünde ilk insanlı balon uçuşunu gerçekleştiren üstatlar. İzleyenlerin gözü önünde büyük bir şaşkınlıkla başarmışlardı. Yaklaşık 200 yıl sonra 2016 yılında bir milyon kişinin üçte biri şimdi havada hızlı ve yüksek ihtivada yolculuk yapabiliyor. Yeniliklerin, keşiflerin ve devrimlerin Uranüs ile bağlantısı ya da ilişkisini bu evrede dikkate almak en doğrusu olur. Uranüs’ün keşfinden iki yıl sonra böyle bir buluşun insanlığa sunulması inovasyonun fitilini ateşlediği anlamına gelebilir. Bu sayede insan tecrübesine yeni bir boyut da eklemiş oldu.
Yansıyan Gerçekler
Yaklaşık 200 yıl önce birinin bu tarz benzer şeyler gerçekleştirmesi için çizim, resim ya da maket yapması istenirdi. Bu tarz çalışmalar sadece zenginler ya da soylular tarafından maddi anlamda destekleniyordu. Üstelik bazı çalışmaların gerçekliğini kanıtlamak da zordu. Ta ki Louis Diaguerre’nin icat ettiği fotoğraf tekniğine kadar bu durum değişti. 1830 yıllarında teknik geliştirildi ve 19 Ağustos 1839 yılında Fransa hükümetine makine şeklinde hediye olarak sunuldu. Ve düşünün o yıllarda bile selfie (özçekim) çektirmek için insanlar sıraya giriyor ve bu harika alet sayesinde sonsuz hatıralar biriktirmeyi başarıyorlardı. Aynı günümüzdeki gibi!
Neptün’ün keşfedildiği dönemlerde bilim insanları gerçekler ile hayaller arasındaki bağı ilişkilendirmek üzere çalışıyorlardı. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde fotoğrafları sıfatlandırmak ve ekranlara yansıtmak gibi yeni bir görsel şölen oluşturuldu. İnsanlar artık sinema denilen olgu ile tanışmış oldular. Yani hayaller gerçek oldu. Hikayeler önce fotoğraf sonra da film karelerine dönebildi. Bugün ise dünya da bir insan ortalama günde 7 saatten daha fazla televizyon izlemek için zaman harcıyor. Oysa bundan 200 yıl önce insanlar akşamları zaman geçirmek için sıcak sobanın etrafında oturup anlatılan hikayeleri dinler ve uyku zamanına kadar hayaller kurarlardı.
Kitlesel İmhalar ve Küreselleşme
İnsanoğlu her zaman savaş için ustaca bahaneler buldu ama tarihsel olarak bakıldığında düşmana karşı bir mermi çarpışması olduğu savunuldu. 1930 yılında Plüton’u keşfeden bilim insanları aynı zamanda atomun parçalanmasını da öğrendi. Nükleer çağın gelişiyle birlikte bir avuç insanın dünyanın neresinde olursa olsun anında yıkıma ya da yok olmaya uğratacak büyük etkiler keşfetti. Nükleer gerçekliğin gölgede büyüyen uygarlıklar savaş fikrini gözden geçirmek zorunda kaldı. Hiroşima’dan bu yana hiçbir büyük güç bu yok oluşu temsil eden etkiye yeniden cesaret edemedi. Varlığımızın kırılgan ve küresel bir doğası olduğundan Plüton sayesinde haberdar olduk.
Değişen Makineler
Uranüs, Neptün ve Plüton aslında astrolojide bir çağ olarak geçiş sürecini ve bu döngü sırasında sadece kullanılan gereçlerin ve makinelerin değiştiğine işaret ediyor. Amaç, niyet, algı da faktör olarak her bir gezegenin ruhunu ifade ediyor. Her bir gezegenin dünyadaki etkisinde insan faktörünü hiçe saymamalıyız; keşifleriyle, varoluşuyla, global her tecrübeyle toplum içinde var olmaya devam etti. Kendi imzalarını ve belki de markalarını yaratmayı başarabildiler.
Hava grubunu temsil eden Uranüs; elektrik, iletişim, teknoloji ve gelişmelerini kolektif ya da kitlesel olarak toplumsal yapılara dönüştürdü. Duyusal sistem, sanal gerçeklik, manipülasyon yoluyla bilinçlerin ele geçirilmesi ile Neptün bağlantı kurdu. Plüton ile küçük ama güçlü nesnelerin dönüştürücü gücü olabileceklerini gösterdi; savaş, biyoloji ve bellek, kimyasal güç, doğum hapı, bilgisayar çipi gibi…
18. yüzyılda bir bilim adamına yaşadığınız gelecekten bahsedin ve bu dünyayı anlatmaya çalışın… İmkânsız değil mi bunu yapmak! 24 saat elektriğimizin olduğunu, doğal gaz ile ısındığımızı, herkesle her zaman, istediğimiz gibi iletişim kurabildiğimizi ama insanlığımızı gittikçe kaybettiğimizi nasıl anlatabiliriz ki? Bence imkânsız anlatamayız. İnsanlık için atılan tüm bu adımların insanlığımızı yok ettiğini nasıl anlatabiliriz. Kaldı ki 2100 yılı geldiğinde bu yılları daha duygusal değerlendirecek ya da bu yüzyılın daha vahşi olduğunu düşünecekler. Buradan baktığınızda aslında sadece 84 yıl sonra bile insanlık bu günleri çok daha trajik ve ilkel yorumlayabilir. İnsanların 22. Yüzyılda konuşacaklarının daha çok ölümsüzlük üzerine olacağını öngörürsek aslında bu yüz yılda insanların yaşamakla yaşam kalitesi arasında ki farkı dahi ayıramadıklarını vurguluyor. Örneğin bu yüzyılda nükleer santraller, nükleer füzeler ülkeler arası anlaşmalara kadar birçok kitleyi ilgilendirirken, sadece 84-85 yıl sonra hangi ülkenin hangi kıtaya taşınmak istediği konuşuluyor olacak. 21. yüzyıl her ne kadar illüzyonlarla dolu olsa da inovasyonun çığır açtığını gelecek nesiller konuşuyor olacak. Bugün örgütleri ile liderleri gelecekte teknoloji devi firmaların sahipleriyle yer değiştirecekler. Asıl savaş insan biyolojisi ile oynayan tıp ve ilaç firmalarının çatışmasına dönüşürken, kitleleri etkileyecek deneyler yapılacak. İnsanlık 21. yüzyılın içinde debelenirken aslında yaşadığımız gezegeni bugünden daha farklı kullanmaya başlayacaklar. İnsanlar konforu ve geleceği için uğraşırken kaybettiği dengeleri mekanikleşerek kazanmaya çalışacak kim bilir…
21. yüzyıl, mucitler ve keşifler için bir tek dileğim var. Çocukları ve kültürleri korusunlar.
Zeynep Turan
Yazının Tüm Hakkı Saklıdır.
18 Aralık 2017